KISSALAR


RIZKI VEREN
        Alim bir zata sormuşlar:
       -Ahmağın bol rızıklar içinde, akıllı adamın darlık içinde olmasının hikmeti nedir?
        Şöyle cevap vermiş:
       -Allah, kendini bildirmek için böyle yapmıştır. Zira her akıllı rızıklanırsa ve her ahmak mahrum olsa, herkes akıllıyı, aklının rızıklandırdığını sanacaktır. Bunun aksini görünce, rızkı verenin başkası olduğu bilinir.[1]

HER CANLI RIZIK PEŞİNDE

     Neyzen, bir sabah kalabalık bir arkadaş topluluğu arasında Çamlıca’dan Kadıköy’e doğru geliyordu. Yolda bir atmacanın bir serçeyi kovaladığını geren arkadaşları hemen serçenin yardımına koşmak istediler. Neyzen gür kaşlarını çattı ve:
     -Arkadaşlar, bu zavallı atmaca rızkını arıyor. Siz dün akşam kuzu eti, canım balık ve bıldırcın yemediniz mi? O zaman neden hamiyet damarınız kabardı da şimdi şu rızkının peşinde koşan atmacaya düşman oldunuz?...[2]

MÜMİNİN DE RIZKINI ALLAH VERİR, MÜNKİRİN DE…
       İbrahim (as)’a Mecusinin biri misafir olmak istemişti. İbrahim (as) ona: “Müslüman olursan misafir ederim” deyince, adam bırakıp gitti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim’e şu vahyi indirdi:
       -Neden onu misafir etmek için dinini değiştirmesini şart koştun ey İbrahim? Bana bakmadın mı? 70 senedir beni tanımadığı halde ben ona rızkını veriyorum. Sen onu misafir etsen, hakkında hayırlı olurdu.”
        Hz. İbrahim bu ilahi emri alınca derhal adamın peşine düştü. Onu bulup evine getirdi ve misafir etti. Mecusi:
       -Nasıl oldu bu iş, önce misafir etmek istemedin, sonra da misafir etmek için can attın…” diye sorunca İbrahim (as) durumu anlattı. Mecusi bu sözden çok duygulandı.
       -Allahu Teala benim hakkımda böyle mi muamele etti? Benim yüzümden sana ikazda mı bulundu? O halde bana dinini öğret, ben de Müslüman olacağım” dedi.[3]

KUŞUN RIZKINI ALLAH VERİRSE
 İbrahim ibni Ethem ile Şekik’ül Belhi (Rahmetullahi aleyhim) Mekke’de karşılaşırlar. İbrahim, Şakik’e “seni bu duruma getirmeye sebeb ne oldu” diye sorar. Şakik şöyle cevap verir.
     “Günlerden bir gün çöle varmıştım. Kıraç bir yerde yatan, kanatları kırık bir kuş gördüm. Kendi kendime “burada oturayım ve bu kuşun rızkının nereden geldiğini gözetleyim.” Dedim. Kuşun karşısında yere çöktüm. O sırada gagası arasında çekirge taşıyan başka bir kuş geldi. Kırık kanatlı kuşun yanına konarak gagası arasındaki çekirgeyi onun gagasına bıraktı.
     Bu durumu görünce içimden “bu kuşu öbürüne vasıta kılan ulu Allah nerede olursa olayım benim rızkımı da sağlamaya kadirdir” diyerek kazanç peşinden koşmaya son verdim ve kendimi tamamen ibadete adadım”
     İbrahim Ethem O’na:
    -“Peki neden sen o kırık kanatlı kuşa yiyecek taşıyan sağlam kuş olup ta daha yüksek dereceli olmak istemiyorsun? Sen peygamberimizin (s.a.s.) yüksel el (veren elin) alçak elden (alanın eli) daha hayırlıdır” diye buyurduğunu duymadın mı?
     Bu cevabı alan Şakik, İbrahim’in elini tutarak öptü ve “Ya Ebu İshak sen bizim üstadımızsın” dedi.[4]
   HER MANADA YÖNELİŞ SANADIR
 Uzun bir müddet İbrahim Ethem’in (ra) hizmetinde bulunan Huzeyfet-ül Meraşi’ye bir gün “onun yanında bulunduğun süre içinde karşılaştığın en şaşırtıcı olay nedir?” diye sordular.
    Huzeyfe şu cevabı verir: “Mekke’ye giderken yolda günlerce aç kaldık. Sonunda Kufe’ye vardık, yıkık bir camiye sığınmıştık.
    Bu sırada İbrahim İbni Ethem, yüzüme bakarak bana “Ya Huzeyfe seni acıkmış görüyorum, öyle mi?” diye sordu. Ben de ona: durum şeyhimin gördüğü gibidir” cevabını verdim.
    Bunun üzerine “bana kağıt, kalem getir” dedi. İstediklerini ona getirdim. Besmele’nin arkasından “her durumda hedef sensin, her manada yöneliş sanadır” diye yazarak şu manzumeyi kağıda döktü:
   “Ben hamdedenim, ben şükredenim, ben zikredenim
Ben açım, ben kayıbım ve ben çıplağım!
    Altı durum saydım, ben bunların ilk yarısını üzerime almışım
Ya rabbi, diğer yarısından da sen kefil ol
Senden başkasını övmek, benim için cehennem alevlerine dalmaktır.
O halde zavallı kullarını cehenneme düşmekten koru!
    Manzumeyi bitirince yazılı kağıt parçasını elime uzattı ve bana “dışarıya çık ve sakın Allah’tan başkasına gönül bağlama, bu kağıt parçasını da ilk karşılaştığın kimseye ver” dedi.
    Dışarı çıktım, ilk karşılaştığım insan katırına binmiş biri idi. Kağıt parçasını adama uzattım. Adam onu elimden aldı. Yazıyı okuyunca ağlamaya başladı. “Bu yazının sahibi ne yaptı” diye sordu. “Falan camidedir” diye cevap verdim. Bunun üzerine adam bana içinde altı yüz dinar bulunan bir kese altın verdi ve geçip gitti. Arkasından birine daha rastlayınca ona “şu katırın sırtında giden adam kim” diye sordum.karşımdaki bana “O bir Hrtistiyandır” diye cevap verdi.
   Dönüp İbrahim’in yanına vardım., olup bitenleri  anlattım. Bana “O keseye sakın dokunma . Çünkü o adam biraz sonra gelir” dedi. Biraz sonra keseyi bana veren Hristiyan, İbrahim’in dediği gibi içeri girdi, onun başının ucuna diz çöktü, onun öpmeye başladı ve arkasından İslam’ı Kabul etti.
   YOLUMDA OLANIN RIZKINA KEFİLİM
Bir kudsî hadiste Peygamberimiz (s.a.v):
- "Zikrimle uğraşıp benden bir talepte bulun­mayan kimseye, dua ederek ihtiyaç gösteren kim­selerden daha fazla ihsan ederim” Buyurdu. Bu Hadis-i Şerifi biraz açıklamamız lâzım. Buna anlayışımıza göre manâ vermemiz ge­rekirse aşağıdaki şekilde manâlandırmamız lâzım gelir:
Allah, bir kimseyi kendine halis kul etmek arzu edince onu birçok derunî hallere kaptırır. Geçen makalelerimizde dediğimiz gibi her çeşit belâya, mihnete, fitneye kaptırır. Zengin olmuşken fakre düşürür. Öyle zaman gelir ki dilenmeye kadar yol açılır. Çünkü her taraf sarılmış olur; çalışamaz,-edemez. Fakat dilenemez. Borç etmeyi aklına alır. Onu da yapamaz, sonunu düşünür. Ama sonunda Allah'ın yardımı ile çalışma imkanına sahip olur. Allah, bu çalışmada ona çok kolaylık ihsan eder. *
   Her zaman böyle gitmediği de olur. Öyle zaman gelir ki benliği kırılsın diye dilenmek zorunda ka­lır. Ama az zaman sonra bunlar da kaybolur gider. Bu dilenme hususu birçokları için aynı olmaz. Düş­künlük zamanı dilenmek, şirk olmaz. Bu da belli bir zaman için devam eder; sonra değişir. Borç al­ma yoluna düşer. Bu da bir nevi mecburiyet tahtın­da olur. Sonra bu da geçer. Halkı bırakır. Onlarla yaptığı muameleyi keser. Kalbine bir ilham gelir, her derdini hal dili ile Allah'a açmaya başlar. Allah da ona bol verir. Sussa da gelir; hal dili susar, kalp­ten istemeye başlar. Bunların hepsi sıra ile olur.
Şu muhakkak ki dille istenecek olsaydı belki di­lek yerine gelmezdi. Zaten bu hale düşen bir kim­senin halktan bir şey istemesi yerinde olmazdı.. Ve mümkün de değildi. Çünkü Allah onu her uymaz işten esirger. Bilhassa zatını bırakıp halka koşmaktan... Durum böyle olunca her ihtiyacı bol verilme­ye başlanır. Ve artık beşerî durumuna lâzım olan her şey kolay temin edilir.
O insan öyle bir hale kavuşur ki bir şey kalbine gelse sanki kudret alemindeymiş gibi istediğini önünde bulur. İşte bu manâya delalet eden ayet:
- "Allah sevdiği kulların dostu olur, onları esir-ger."
İşte.. Bu ifadeler karşısında yukarıda belirttiği­miz:
- "Zikrimle uğraşıp benden bir talepte bulun­mayan kimseye, dua ile ihtiyaç gösteren kimseler­den daha fazla ihsan ederim../'
Hadis-i Şerifinin sırrı anlaşılır. Bu anlatılan hale "fena" tabir olunur. Velîlerin son derecesidir. Ebdalların son mertebesi sayılır. *
Bundan sonra yukarıda belirtilen bir nevi kera­met sayılan yapma ve icat etme gibi haller zuhur eder. Sanki her şey iradesine bırakılmış gibi istedi­ğini yapmaya başlar. Çünkü o insan, kendisinde değil, Hakladır. Nasıl ki Allah-ü Teâlâ Hazretleri bir kudsî hadiste şöyle buyuruyor:
- "Ey Ademoğlu! Ben Allah'ım; benden başka ilah yoktur. Ben bir şeye "ol" demeyi istersem o olur. Sen de bana itaat edersen sana istediğini ya­pabilecek kuvveti veririm."[5]
     MÜSLÜMAN YARDIMLAŞIR
İki kardeştiler. Ateşe tapan mecusilerin çok olduğu bir şehirde yaşıyorlardı. Kendileri de ateşe tapıyorlardı. Bir gün taptıkları ateşi denemek istediler. Ellerini ateşe sok­tular. Ateş hiç mi hiç tanımadı, İkisinin de ellerini fena halde yaktı.
Çok kızdılar:
Bunca zamandır tapındığımız ateş bizi yine yakıyor, öyle ise neden buna ibadet edip duracağız? diyerek Bağ­dat'taki meşhur İslâm âlimi Malik bin Dinar'ın vaazını dinlemeye gittiler. Malik bin Dinar vaazında şöyle diyor­du:
Ateşi de, ateşe tapam da Allah yaratır. İnsanlar ya­ratığa değil, yaratana ibadet etmeli, O'na kullukta bulun­malıdırlar.
Hemen karar veren küçük kardeş, Malik bin Dinar'a gidip durumunu anlattı. Müslüman olacağını söyleyerek, Kelime-i Şehadet getirdi:
Eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh.
Büyük kardeş ise korkuyordu.
Müslüman olduğumu patronum duyarsa beni işten kovar, aç kalırım, diye endişeleniyordu.
Küçüğü ise:
Şimdi iman ettiğimiz Allah, ateş gibi değildir. O, kendine iman edeni de iman etmeyeni de aç bırakmaz, beni işimden kovsalar da yine Allah'a inanmakta devam edeceğim., diyordu.
Malik bin Dinar da kendisini tebrik etti. Korkmaması­nı söyledi. Ne var ki küçük kardeşin iman ettiğini patro­nu öğrendi. Onu hemen işten çıkardı. Bununla da yetin­medi. Şehirdeki bütün iş sahiplerine haber göndererek, delikanlıya iş vermemelerini söyledi.
Her gün çarşıya gidip iş arayan küçük kardeş, eve eli boş dönüyordu. Kimse ona iş vermiyordu.
Aradan günler geçti. Fakat yine iş bulamadı. Evde de yiyecek birşey kalmamıştı. Allah'tan kurtuluş çaresi iste­di.
O gün yine eli boş döndü. Fakat annesi çok memnun görünüyordu. Oğlunu kapıda karşıladı:
Oğlum, dedi, birisi sana çok para gönderdi. Bir de mektup yolladı.
Mektubu heyecanla açan mü'min kardeş okumaya başladı.
Sen İslâm'a girdiğin günden itibaren peşine taktı­ğım adamımla durumunu takip ettirdim. Ateşe tapanla­rın seni işinden kovacaklarını, aç bırakıp, dininden dön­dürmeye çalışacaklarını biliyordum. Nitekim tahminim doğru çıktı. Seni işinden çıkardılar, parasız kaldın. Biz Müslümanlar din kardeşlerimizin perişan olmasına asla razı olamayız. İşte sana ihtiyacından fazla para. Bunları harca, iş bulamadığın günlerde ise mutlaka bize uğra, perişan olma. Sana iş de buluruz, para da. imza: Bağdat camiinde vaazını dinleyerek İslâm’a girdiğin din âlimi Malik bin Dinar[6]


GÖNENLİ MEHMET EFENDİ
Yeni imam olunca merhum, Gönenli Mehmet  Efendi önce mahalleyi tanıyıp cemaatiyle tek tek ilgilenmek istemiş. Cemaatten birkaç kişiyi de ya­nma alıp mahalleyi dolaşmaya başlamış. Önce bir kişi­nin evine uğramışlar. Mehmet Efendi "Ben mahalleye yeni gelen imamım. Sizlerle ilgilenmek istiyorum. Bü­tün ihtiyaçlarınızı temin etmeye çalışacağım. Ne ihti­yacınız varsa söyleyin bana." demiş. Aslında daha söyleyecekleri varmış ama, âmâ kişi, "Sen bir de i-mam olacaksın. Allah yarattığı kulunu, kullara muhtaç eder mi? Boynu kopasıca, beli bükülesice. Bu nasıl imamlık böyle!" diye çıkışmış. Hemen onlar âmânın evini terk edip gitmişler. Fakat, âmânın söylediği şey­ler yenilir, yutulur cinsten değilmiş ama pek öyle sıra­dan sözler de sayılmazmış. Büyük insan Gönenli Meh­met Efendi "Bunda bir iş var!" deyip birkaç gün sonra yanına hiç kimseyi de almayarak doğru âmânın evine gitmiş ve selâm verdikten sonra "Ben boynu kopası­ca, beli bükülesice Gönenli Mehmet Hoca!" demiş. Âmâ "Gel şöyle yanıma. Benim gözlerim görmüyor ama Rabbim benim günlük rızkımı sağ yanıma gönde­rir, kimseye muhtaç etmez. Fakat bugün kuşluk nama­zımı kıldıktan sonra hem sağ yanıma hem de sol yanı­ma bir şeyler bırakıldı. Sonra da "Bu sol taraftaki Gönenli Mehmet Hoca'nın, gelince kendisine ver." denil­di. "Al emanetini" deyip, kendisine onları vermiş.[7]
 



[1] En Güzel Espriler, s:155
[2] a.g.e. s:156
[3] Mehmet Dikmen “Menkıbeler” s:60
[4] Kalplerin Keşfi, s:182
[5]Abdulkâdir Geylani “Fütuhul Gayb” s:165[6] Ahmet Şahin “Dini Hikayeler” s:44
[7] Abdullah Aymaz “Çitlembik 2” s:159










 

1 yorum: